01 Mayıs 2024 - Çarşamba

Şu anda buradasınız: / EBÛ HANİFE’DE (ö. 150/767) AKIL-VAHİY İLİŞKİSİ
EBÛ HANİFE’DE (ö. 150/767) AKIL-VAHİY İLİŞKİSİ

EBÛ HANİFE’DE (ö. 150/767) AKIL-VAHİY İLİŞKİSİ RAMAZAN ALTINTAŞ

                       

 

 

    Arapça bir kelime olan akıl, sözlükte; “bağlamak, tutmak, engel olmak, alıkoymak, hapsetmek” gibi anlamlara gelmektedir.[1]  Akıl kelimesi, “devenin bağı” demek olan ıkâlden alınmıştır. “Akıl” kelimesinin aslı, bağlamaktır. Deveyi iple bağlamak gibi.[2] Akıl da doğru kullanıldığı zaman akıl sahiplerini, doğru yoldan sapmaktan engeller. Ünlü dilci İsfehânî (ö. 502/1102), terim olarak aklı epistemolojik anlamda; “bilgiyi kabule hazır olan güç ve insanın bu güçle elde ettiği bilgi” şeklinde[3]; Cürcânî (ö. 816/1416) ise, aklı, “duyu-ötesi varlığı vasıtalarla, duyularla bilinebilenleri deney ve gözlemle algılayan soyut bir cevher” olarak tanımlar.”[4]

Kelam ilminin en önemli konularından birisi, bilgi meselesidir. Bilginin tesis edicisi ise, akıldır. Adeta akıl ile bilgi kavramları, ikizine bağlı çift kelimeler grubundandır. Karı-koca, dünyâ-âhiret vb. örneklerinde olduğu gibi, akıl denildiği zaman bilgi, bilgi denildiği zaman da akıl hâtıra gelir. Bu sebeple, akılla bilgi arasında çok yakın bir ilişki vardır. İşte Ehl-i Sünnet Kelam’ının kurucu önderleri arasında yer alan Ebû Hanife, Kelam’da bilgi vasıtaları arasında yer alan akıl ve nakil üzerinde durmuş, her bilgi vasıtasını kendi bağlamı içerisinde değerlendirmiştir. Bu açıdan Ebû Hanife’nin doğru bir bilgiye ulaşmak için bu iki bilgi kaynağını nasıl kullandığı bizim için önemlidir.

İslam düşünce tarihinde tutarlı bir iman teorisi, Ebû Hanife tarafından ortaya konulmuştur. Özellikle ilginç olan onun akıl ve vahiy arasındaki ilişki sorunu konusundaki görüşüdür. Bu sorun, imanın bilgi olarak tanımlanıp da bu bilginin aklın bir faaliyeti olduğu anlaşıldığı zaman ortaya çıkar. Dayanak noktası ise, Allah bilgisini zorunlu kılanın “akıl mı yoksa vahiy mi?” olduğu sorusuna verilecek cevapta yatar. Bu konuda anahtar metni Ebu Hanife’nin öğrencisi Ebu Yusuf (ö. 182/798) tarafından nakledilmiş olan sözleri teşkil etmektedir:

“Allah insanlığa hiçbir Resul göndermemiş olsa idi, yine de insandan akıl yolu ile (bi-ukûlihim) O’ndan yana bilgi (marifet) sahibi olması beklenecekti.”[5]

Bu anahtar metin, Ebu Hanife şârihi ve Osmanlı mütekellimi Kemâlüddîn Ahmed el-Beyâzî (ö.1098/1687) tarafından şöyle yorumlanır: “Allah insanlara, kendileri için zorunlu olacak her şeyi açıklayacak hiç bir Resul göndermemiş bile olsa, insana, fıtrî akıl ile deneme süresi içinde tefekkür ve akletme görevi, farzdır. Allah hakkında, öncelikle varlığının bilgisi ve sonra bundan çıkan birliği, gücü, kelamı, iradesi ve dünyanın yaratıcısı olduğu konusunda bir bilgi sahibi olmaları beklenecektir.”[6]

Ebu Hanife’nin[7] Allah’ın bilinmesi hakkında evrenseller düzeyinde ileri sürdüğü analitik yargıdan çıkardığımız sonuca göre, insanın yapısında bulunan akıl, Allah hakkında tümel olarak bilmesi gerekenleri edinmesine yarayan bir âletten başka bir şey değildir. Akıl, sadece bilgi âletidir ve açıkçası, insanın bu amaç için İlahî Yasa’ya (vahiy) ihtiyacı yoktur.[8]

Allah’ı bilme konusunda, bir mütekellim olan Ebu Hanife’nin tavrı, akla,  İlahi Yasa’nın (şeriat) otoritesini aşan bir otorite atfetmekle şöhret bulmuş Mu’tezile’nin tavrı ile aynı mıdır? Elbette bu anlayışlar ile Ebu Hanife ve izleyicilerinin görüşü arasında temel bir fark vardır. Bu konuda Ebû Azbe’nin (ö. 1172/1759) şu değerlendirmesi yerindedir: “Mu’tezile’ye göre akıl, Allah’ı bilmenin bilgisini zorunlu kılmada tek başına yeterlidir. Ebu Hanife ve izleyicilerine göre, gerçekte zaruri kılan Allah’ın kendisi olmak üzere, akıl, bilginin zaruri kılınma âletidir. Yani, Allah insan aklını vasıta olarak kullanmak suretiyle bilgiyi zaruri kılar. Bu şu olgudan ileri gelmektedir. Hakikatte Allah, akıl olmadan insanda hiçbir görevi zorunlu kılmaz. Teklif için aklın varlığı, zorunlu bir şarttır. Aynı durum Peygamberin varlığı için de geçerlidir. Peygamber hiçbir şeyi zorunlu kılmaz, ancak zorunlu olanı insana bildirir. Burada da görevlerin gerçek farz kılıcısı Allah’ın kendisidir. Yalnız o bunları insan üzerine bir Peygamberin aracılığıyla farz kılmaktadır.[9]

Ebû Azbe, Ebu Hanife’nin evrenseller düzeyinde bilginin akıl ile özeller düzeyinde ise vahiy ile bilinebileceğini anlatırken lamba örneğine[10]başvurur. Akıl-vahiy arasındaki ilişki biçimi Ebû Azbe’ye göre bir lambanın çalışmasına benzetilir. Lamba, bir araç olarak insan gözünün nesnelere baktığında görmesini sağlayan bir ışıktır. Görüşü lamba zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla Ebu Hanife’nin akıl-vahiy konusundaki görüşlerini bu manada anlamak gerekir: “Allah insanlığa tek bir Peygamber göndermemiş dahi olsaydı, insanlar yine de akılları aracılığıyla, O’na dair bir bilgi sahibi olacaklardı.” Bu cümlede Ebu Hanife tarafından kullanılan “bi-ön ekinin” (bi ukûlihim: akılları ile yahut akılları kanalıyla) sebebiyet bildirdiğini gösterir. O halde bu cümle şu anlamda alınmalıdır: “Allah bilgisi insana “akıl” yüzünden farzdır, bunu gerçekte farz kılan ise, Allah’tır, akıl değil.”[11]

Ebu Hanife’nin Allah’ı bilme konusundaki görüşünden anladığımız kadarı ile akıl, nesneleri ancak geniş ve genel bir şekilde kavrayacak güçtedir. Peygamberler aracılığı ile vahyin gönderilmesi, aklın genel bir şekilde kavramış olduğu şeyleri somutlaştırmak ve özel yanları ile belirlemektir. Peygamberler, bilginin ayrıntılarını izah ederler. Böylelikle Peygamberlerin aracılığıyla vahyin gönderilmesi ve neticede bilginin zorunluluğu, daha somut bir temele oturtulmuş olmaktadır.[12]Yani, burada, özcü bilgi,  var oluşçu bilgiyi üreten özeller düzeyinde ayrıntılı bir şekilde vahiy yoluyla açıklanmış olur. Çünkü akıl, tümel bir delildir. Aklın tümel olarak kavramış olduğu şeyleri somutlaştırarak ve özel yanları ile belirleyecek başka bir otorite gereklidir. Bundan dolayı aklı dalâlete düşmekten koruyan, doğru yola yönelten, ince ve esrarengiz meseleleri anlamasına ve gerçeği bildiren bir yardımcı kılavuza ihtiyaç vardır ki, bu da ona göre, peygamberlere indirilen “vahiy”dir. Dinde, tafsil, peygambere aittir. Eğer bir kimse, vahiy yoluyla olan bu ilahi hidayetin gerekliliğini inkâr eder de, yalnız başına aklın, muhtaç olduğumuz bütün bilgileri vermeye muktedir olduğunu iddia ederse, kesinlikle, aklına taşıyabileceğinden fazla yük yüklemiş ve gayet akıldışı bir şekilde ona zulmetmiş olur.[13]

Ebu Hanife akıl-vahiy ilişkileri bağlamında Allah’ı bilmenin akli olduğunu savunur.[14]Şayet Allah bilgisi Allah’ın zorunlu varlığı, birliği ve sıfatları, Resul gönderilmesi ve onun elinde mu’cizenin yaratılması Peygamberin getirmiş olduğu İlahi Yasa öğretisi ve her şey, ona bağlı olsaydı, o zaman Allah bilgisi konusunda bütün insanlığa yapılan iyilik Allah’a değil, peygambere atfedilmiş olurdu. Oysa gerçekte bu, Allah’ın insanda aklı yaratarak ve aklı kullanmayı mümkün kılarak yaptığı bir iyiliktir. Allah iyiliği önce peygambere Rabbini bildirerek yapar. Bu konuda Hz. İbrahim (a.s.)’ı muvaffak kıldığı gibi, ya akıl yoluyla ya da bazı resullere olduğu gibi feyiz (ilhâm) yoluyla öğreterek ve özel bir tutum takınarak iletişim kurar. Aksi takdirde Allah’ı bilmenin ve peygamberin doğruluğunu onaylamanın zorunluluğu peygamber tarafından ve İlahi Yasa’ya bağlı olarak gerçekleşmiş olsaydı, devir ve teselsül gerekirdi. O halde Allah’ı ve nübüvvetin gerekliliğini bilmek, aklî zorunluluktur. Bütün bu görüşlerden yola çıkarak söylemek gerekirse, elbette akıl evrenseller düzeyinde Allah’ı, nübüvvetin gerekliliğini vb. gibi bilgileri elde edebilir. Somut gerçekler hakkında özelleşmiş, ayrıntılı bilgi, ancak, peygamberler ve onların getirdiği vahiy bilgisiyle kazanılır.

İslam düşünce tarihinde gerek fakihler ve gerekse ehl-i hadis tarafından Ebû Hanife’ye yöneltilen itirazların başında, onun kıyası sünnete takdim ettiği iddiası gelmektedir. Haklı olarak Ebû Hanîfe hadisleri kabul etmede ihtiyatlı bir çizgi izlemiştir. O, biliyordu ki, sahih hadis varid olduğu zaman, re’y ve kıyas geçersizdir. Bu nedenle o âhâd haberleri, aklî te’vile başvurarak reddetmiştir.[15] Ebû Hanîfe, kendisini, sünnete muhalefet etmekle suçlayan kimselere şunları söylemiştir: “Bizim kıyası nassa takdim ettiğimizi söyleyen kimse yalan söylüyor ve bize iftira ediyor. Nass bulunduktan sonra kıyasa ihtiyaç mı kalır? Biz şiddetli bir zorunluluk olmadıkça kıyas yapmayız. Biz meselenin delilini evvelâ Kitap’tan, sünnetten veya sahabenin fetvalarından ararız. Eğer biz bu kaynaklardan bir delil bulamazsak sükûtla geçiştirilen bu meseleyi de hakkında nass olanlara kıyasla hüküm veririz”[16]diyen Ebû Hanîfe, bir başka rivâyette de metodunu şöyle belirtmektedir: “Hz. Peygamber’den gelen başım-gözüm üstünedir. Bizim ona asla muhalefetimiz yoktur. Sahabeden gelenleri seçeriz. Başkalarının dediklerine gelince, onlar adamsa, bizler de adamız.”[17]  Ebû Hanîfe, şartsız bir şekilde mütevâtir haberi, şartlı bir şekilde de haber-i vahitleri kabul etmiştir. Ama o, kendi usulüne uymayan, bizzat Kur’an, akıl ve tarihi gerçeklerle çatışan haber-i vâhidleri benimsememiştir. Bu tür hadislerin metninin Kur’an’a arzedilmesi gerektiğini daha doğru bir yöntem olarak önerir ve kendisi de bizzat bunu uygular. Örneğin, kendisine, “mümin zina edince, başından gömleğinin çıkarıldığı gibi, imanı da çıkarılır, sonra tevbe edince iman kendisine iade edilir”[18]hadisini rivayet eden kimseler için ne dersiniz? sorusuna, şu cevabı verir. Allah’ın peygamberi, Allah’ın kitabına muhalefet etmez, Allah’ın kitabına muhalefet eden kimse de Allah’ın peygamberi olamaz. Onların rivâyet ettikleri bu haber Kur’an’a muhâliftir, diyen Ebû Hanîfe, çünkü Allah Kur’an’da: ‘Zina eden kadın ve erkek..’ [19]âyetinde;  zânî ve zâniyeden iman vasfını nefyetmemiştir. Ayrıca, “sizden fuhşu irtikâp edenlerin her ikisini de...”[20]âyetinde Allah, “sizden” kaydı ile Yahûdî ve Hıristiyanları değil, Müslümanları kastetmektedir. O halde Kur’an hilâfına, Hz. Peygamberden hadis nakleden herhangi bir kimseyi reddetmek, Hz. Peygamberi reddetmek veya tekzip etmek demek değildir. Bilakis Hz. Peygamber adına batılı reddeden kimseyi reddetmek demektir. İtham, Hz. Peygambere değil, nakleden kimseye döner,[21]şeklinde görüş belirterek, rivayetlerin anlaşılmasında çok güzel bir yöntem geliştirir.

Ebû Hanîfe’nin akıl-vahiy bağlamında görüşlerini öğrenmemize yardımcı olacak bir başka konu da, onun, te’vil-tefsir ve te’vil-tenzil ilişkileri bağlamındaki özgün görüşleridir. Ebû Hanîfe, burada zikrettiğimiz kavramları tanımlamamaktadır. Ama biz onun, âyetlerin yanlış anlaşılması ya da yorumlanması ile ilgili verdiği örneklerden yola çıkarak bu kavramlara hangi anlamları yüklediğini kavramaktayız. Ebû Hanîfe’ye göre tenzîl, Allah tarafından indirilmiş âyetlerin lafzı; lügat açısından farklılık olmakla birlikte te’vil ve tefsir ise, terim olarak, âyetlerin mana ve açıklaması/yorumu anlamına gelmektedir. Vereceğimiz şu misallerden bu tanımlar anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi Kur’an’da zahirînden ne kastedildiği açıkça anlaşılmayan (müteşâbih) âyetler olduğu gibi, zâhirinden ne kastedildiği açıkça anlaşılan (muhkem) âyetler de vardır. İşte Ebû Hanîfe, her hangi bir kimse, zâhirinden ne kastedildiği açıkça anlaşılamayan âyetlerin tenzîlini inkâr etmediği sürece, onun aklî yorumunda hata eden kimsenin dinden çıkmayacağını söylemektedir.[22]Örneğin, “Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin”[23]âyetinden dolayı “dilemek bana aittir, istersem iman ederim, istersem iman etmem” diyen kimse, Ebû Hanîfe’ye göre âyetin tenzilini inkâr etmediği için kâfir olmaz. Sadece o,  bu âyetin te’vilinde hata etmiş olur.[24]

Diğer yandan Ebû Hanîfe, âyetin zâhirinden ne kastedildiği açıkça belli olan, yani te’vili tenzilinin aynı olan âyetlerden de söz eder. Müellife göre, tevil ve tenzili aynı olan âyetleri sadece inkâr değil, te’vil eden kimse de kâfir olur.[25] Ebû Hanîfe’ye göre iman esasları hem Kur’an’da ve hem de mütevâtir haberlerde açıkça, hiçbir yoruma başvurmayacak şekilde bellidir.[26] Ebû Hanîfe’ye göre, bunları kesin olarak hem diliyle ikrar eden ve hem de kalbiyle tasdik eden kimse mü’mindir. Eğer bir kimse, Allah’ın yarattıklarından bir şeyi inkar edip, “bilmem ki bunun yaratıcısı kim?” derse, o kimse: “Allah her şeyin yaratıcısıdır”[27] âyetinden dolayı kâfir olur. Yine Ebû Hanîfe, iman edilecek hususların hepsine inanan, fakat Hz. İsa ve Hz. Musa, peygamber midir, değil midir ya da kâfir, cennete mi yoksa cehenneme mi gider? şeklinde âyetlerin manası açık olmasına rağmen, kuşkuya düşer ya da aklî yoruma giderse,  kâfir olur.[28] Böylece Ebû Hanîfe hem âyetin zâhirinden ne kastedildiği açıkça belli olan naslar konusunda te’vile gitmenin yanlışlığına değinmiş, hem de zâhirinden ne kastedildiği anlaşılamayan âyetlerin aklî yorumuna gidilebileceğini söyleyerek bu konuda açık bir takım örnekler vermiştir. Dolayısıyla Ebû Hanîfe, akılcılığını, nasları nasıl yorumlamamız gerektiği noktasında da göstermiştir. Onun akılcı ekolü,  kendisinden sonra Mâtürîdî (ö. 333/944) ile birlikte yeni bir açılım kazanarak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in iki büyük kolundan biri olan Mâtürîdî kelam ekolünün sistematik bir yapı kazanmasına zemin hazırlamıştır.

Sonuç olarak, Ebû Hanife’nin akıl-vahiy bağlamındaki görüşlerinin, yaşadığı yüzyılı aşarak çağlar ötesine sarkmasının ve içinde yaşadığımız modern çağda bile hâlâ aktüel değerinden bir şey kaybetmemesinin yegâne sebebini, onun, engin ilmi yeterlilikle metafizik konuların anlaşılmasında izlediği yöntemde aramak gerektiği kanaatindeyim. Ebû Hanîfe, akla ve nakle olması gereken değeri vermiştir. Düşünce sistemini Kur’an, sahih haber ve sahabe fetvâsı üzerine kurmuştur. Ona göre, dini inancın malzemeleri vahiyden çıkarılır. Aklın görevi, bu malzemeleri doğru bir şekilde yorumlamaktır.

 

Dipnot



[1]- Cevherî, İsmail b. Hammâd, es-Sıhâh Tâcu’l-Luga ve Sıhâhu’l-Arabiyye, (thk. Ahmed Abdülgafur Attar), Kahire, 1984, V, 1769; İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemâlüddîn Muhammed, Lisânü’l-Arab, Beyrut, 1994, XI, 459.

[2]- İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, İstanbul, 1986, s. 511.

[3]- İsfehânî, a.g.e., s. 511.

[4]- Cürcânî, S. Şerîf, et-Ta’rîfât, Beyrut, 1987, s. 197.

[5]- Beyâzî, Kemâlüddîn Ahmed, el-Usûlü’l-Münîfe li’l-İmâmi Ebî Hanîfe, (thk. İlyas Çelebi), İstanbul, 1996, s. 41; Şeyhzâde, Abdurrahmân b. Ali, Nazmu’l-Ferâid ve Cem’u’l-Fevâid, Kahire, ts., s. 46; Ebû Azbe, Hasen b. Abdilmuhsin, er-Ravzatü’l-Behiyye Fîmâ beyne’l-Eşâire ve’l-Mâtürîdiyye, (thk. Ali Ferîd),  Beyrut, ts. s. 97.

[6]- Beyâzî, İşârâtü’l-Merâm, s. 75.

[7]- Ebu Hanife akıl yolu ile Allah’ı tümel olarak bilmenin insanı mü’min yaptığını ifade ettiğine dair bir başka örnek için bakınız. Ebu Hanife, Nu’man b. Sabit, el-Fıkhu'l-Ebsat,(İmâm-ı Azam’ın Beş Eseri içinde),  nşr. ve çev. M. Öz, İstanbul, 1981, s. 38.

[8]- Beyâzî, a.g.e., s. 75, 80, 98; Ebû Azbe, er-Ravzatü’l-Behiyye, s. 96.

[9]- Ebû Azbe, er-Ravzatü’l-Behiyye,  s. 96.

[10]- İmâm-ı Gazâlî de akıl-vahiy ilişkisini, göz-güneş ilişkisine benzetir. Müellife göre, vahyin nûru ile yetinip akıldan yüz çeviren kimse, güneşin ışığına karşı gözlerini kapayan kimse gibidir. Geniş bilgi için bakınız. Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed, el-İktisâd fi’l-İ’tikâd,Beyrut, 1983, s. 4.

[11]- bk. Ebû Azbe, a.g.e., s. 97; krş. Beyâzî, İşârâtü’l-Merâm, s. 76.

[12]- Beyâzî, İşârâtü’l-Merâm, s. 77, 80, 98.

[13]- Mâtürîdî, Ebû Mansûr Muhammed, Kitâbu’t-Tevhîd, (thk. F. Huleyf), İstanbul, 1979, s. 92-95. krş. Eyyub Ali,  Mâtürîdîlik”, (M. M. Şerîf, İslam Düşüncesi Tarihi içinde), çev. Ahmet Ünal, İstanbul, 1990, I, 299-300; krş. Beyâzî,  İşârâtü’l-Merâm, s. 77, 80, 98.

[14]- Ebû Hanîfe, Nu’man b. Sâbit, el-Âlim ve’l-Müteallim, (İmâm-ı Azam’ın Beş Eseri içinde), nşr. ve çev. Mustafa Öz, İstanbul, 1981, s. 33.

[15]- Örnekler için bk. Heytemî, Şihâbüddîn Ahmed b. Hacer, el-Hayrâtü’l-Hısân fî Menâkibi’l-İmâmi’l-A’zâm, Beyrut, ts., s. 134.

[16]- Şa’rânî, Abdülvehhâb, Kitâbu’l-Mîzân, (tah. Abdurrahmân Umeyra), Beyrut, 1989, I, 224.

[17]- Şa’rânî, K. el-Mîzân, I, 225; Zehebî, Muhammed b. Ahmed b. Osman, Menâkıbu’l-İmâmi’l-A’zam Ebî Hanîfe, Kahire, ts. s. 20.

[18]- bk. Ebû Davud, es-Sünne” 15; Tirmîzî, el- Îman” 11.

[19]- 24 en-Nûr 2.

[20]- 4 en-Nisâ 15-16.

[21]- Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 31-32.

[22]- bk. Ebû Hanîfe, Nu’man b. Sâbit, “Fıkhu’l-Ebsat”, (İmam-ı Azam’ın Beş Eseri içinde), nşr ve çev. Mustafa Öz, İstanbul, 1981, s. 45-46.

[23]- 18 el-Kehf 29.

[24]- Ebû Hanîfe, a.g.e., s. 46.

[25]- Ebû Hanîfe, a.g.e., s. 55.

[26]- Ebû Hanîfe, a.g.e., s. 44-45.

[27]- 6 el-En’âm 103.

[28]- Ebû Hanîfe, a.g.e., s. 53.

 


logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul